"Aile Fıkhından, Aile Hikmetine!"

AİLE FIKHINDAN, AİLE HİKMETİNE!   

Prof. Dr. Şamil Öcal                                                                                                                                                                                           18. Yüzyıllara gelinceye kadar sözlüklerde bugün kullandığımız anlamda ‘aile’ sözcüğüne rastlamak zordur (Tallal 2016: 271). Arapça’da aile için kullanılan üsre kelimesi oldukça sınırlı bir anlama sahiptir ve kabile ya da baba tarafından akrabalar anlamına gelmektedir. Kur’anda geçen eh-li (beyt) ise daha geniş ve farklı çağrışımlara sahiptir. Birkaç kardeşin aynı evi paylaştığı eşyaları, toprağı ve hayvanları bir arada kullandıklarını görüyoruz (Tallal 2016: 272). Geçmiş dönemlerde aile daha kalabalık üyelerden oluşmakta ve daha geniş bir  çerçeveyi ifade etmekteydi. 19 yüzyıla geldiğimizde ailenin anlamının belirginleştiğini ve günlük dilde kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Bu dönemde modern ulus devletin  toplumu daha rasyonel bir şekilde yönetmesinin ve şekillendirmesinin bir aracı olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla biçim olarak değişse bile aileyi modernin karşısında geleneğin korunduğu  bir  yapı  olarak  sunulması  doğru  değildir.  Belki  geleneksel  aile  biçimleri   ve

modern aile biçimleri vardır. Hatta bunların bile her zaman iki biçimde ortaya çıkmadığı ve her iki alanda da farklı tonlarda göründüğünü söyleyebiliriz.

Modern hayat biçimini temsil eden çekirdek aile dediğimiz şey, köy cematinde ve daha da önemlisi kendi toplumsal ve ekonomik çevrelerini oluşturan geniş aileden tasfiye edilmiş kimselerden oluşur. Geniş ailede ekonomik ilişkilerden ve toplumsal sorumluluklardan oluşan bir ağ bu ailelerin mensuplarını ebeveynlerine, kız ve erkek kardeşlerine ve hısımlarına bağlıyordu. Geniş ailede, ailenin yaşadığı en zor sorunlar bile daha az yara ile atlatılabilirken çekirdek ailenin uzak mesafede oluşması bu bağları zayıflattı ve hayatın zorluklarına karşı, aile, daha sınırlı sayıda bireyle mücadele vermek durumunda bıraktı. Bu bağın kopması aileyi ve ailenin bireylerini daha fazla sosyal yalnızlığın içine itti.

Aile modern Batı toplumunun merkezinde bulunmasına rağmen aile ile ilgili geleneksel norm ve biçimlerin de büyük sorunlarla karşılaştığını görüyoruz. Kürtaj, sadece annenin yetiştirmek zorunda kaldığı çocuklar ve boşanmalar ve evlenmeye karşı duyulan ilgisizlik ve buna bağlı olarak çocukların yaşadığı çeşitli psiko-sosyal sorunlar ve toplumun karşılaştığı sorunlar, anne ve babanın yaşadığı cinsiyetinden kaynaklanan sorunlar bunlardan bazılarıdır. İnsanların, evlerinde ya da dışarıda sosyal kültürel etkinliklerde, dini ibadet ve dua etkinliklerinde daha fazla vakit geçirmek yerine, evden uzakta çalışmak zorunda kalmaları da ailenin modern dönemlerde yaşadığı en önemli sorunlar arasında yer alır.

Aile ile ilgili özellikle son dönemlerde ortaya çıkan ve sadece aileyi değil toplum hayatının tümünü tehdit eden tehlikelerden biri de, geleneksel aile anlayışı dışında kurulan birliktelikler

, hemcins evliliklerinin giderek meşrulaştırılma çabaları ve gayr-i meşru birliktelik biçimlerinin yaygınlaşmasıdır. Daha önce bu türden yaşam tarzları ancak sınırlı sayıda insan tarafından savunulurken bugün, daha fazla insan tarafından bilinmekte ve adeta propogandaya dönüşmektedir. Uluslararası kuruluşlar ve uluslararası sözleşmeler adeta bu tür birlikteliklerle ilgili yeni kavramları tedavüle sürerek , psikolojik ve yasal zeminler oluşturarak koruma kalkanı temin etmekte ve konuya karşı insanların zihinlerindeki olumsuz bakış açılarını yumuşatmayı hedeflemektedir. Cinsiyetçi bakış açısı, toplumdaki şiddet olaylarını kadın cinsine yönelik sistemli bir kırım gibi göstermek suretiyle belli bir cinse yönelik olumsuz algı oluşturmakta ve birbirlerinin velisi olan ve Kur’an’ın tabiriyle birbirlerinin elbiseleri olan kadın ve erkeği birbirlerine düşman etmektedir. Böyle bir bakış açısı artık aralarında muhafazakar, dindar ve İslamcıların da bulunduğu birçok kesimden destek alabilmektedir. Dolayısıyla bugün ailenin yaşadığı sorunlara daha öncekilerden oldukça farklı bir biçimde tezahür etmektedir.

Fıkıh, Fakih ve Aile

Fıkıh kelimesinin sözlükte ve Kur’an ve hadislerdeki kullanımı itibarıyla , “bir şeyin künhünü anlama, kavrama” anlamına geldiğini görüyoruz. Kur’an-ı Kerimde kelimenin masdar ya da isim olarak değil de muzari fiil olarak kullanılmasına istinaden, fıkıh  kelimesinde bulunan “anlama” ve kavrama” özelliğinin süreklilik arz ettiği ve bunun hem genel olarak evrendeki ve Kurân’daki ayetlere, varlığa dinamik ve sürekli yenilenen bir  bakış

açısını ve anlama edimini gerekli kıldığını söyleyebiliriz. Fıkıh aslında geçmişte üretilen bilgiler değil (elbette bunlar da önemli), belli evrensel doğrulara dayanarak dini alan da dahil her alanda yeni bilgiler üretmek ve  yani yaklaşımlar ortaya koymaktır (Beşer, 2006: 35).  “Her fırkadan bir grup insan, dinde tefakkuh için çıkmalı değil mi?” (Tevbe 9/122) ayetinden açıkça anlaşılan şey, dinin naslarıyla ilgili sahip oldukları zihinsel kabiliyetler ve anlama , gözlemleme, kestirme gibi yetenekleriyle yorum ve çıkarsama yapan kimselerin her zaman ve her durumda bulunmasının gereğidir. Tefakkuh her alanda önemlidir ancak din söz konusu olduğunda daha da önemlidir. Din hayattan kopuk değildir; aksine hayata dair her şeyle ilgilidir. Çünkü “ed-Dîn” insanın dünya yaşantısında doğru yolu bulması için temel tembihleri ve telkinleri içerir. Din olmadan, dünya hayatının her alanı ve insanın özellikle ahlaki bir anlama sahip olan eylemleri gerekli bilinçsel/gâî yönlendirmelerden mahrum kalacaktır. Kur’an-ı Kerim’de fıkh (anlama) ile ilgili şu ayetler oldukça düşündürücüdür:

“İnanmıyorlar, çünkü anlamıyorlar” (Enfâl 8/65).

“De ki, eğer anlasanız Cehennem ateşinin daha şiddetli olduğunu bilirsiniz” (Tevbe 9/81). “Anlamayan bir millet olmaları sebebiyle Allah onların kalplerini saptırdı” (Tevbe 9127). “Her şey Allah’ı tespih ediyor, ancak siz onların tespihini anlamıyorsunuz” (İsrâ 17/44). “Musa dedi ki, Ya Rab! Dilimin bağını çöz ki, dediğimi anlasınlar” (Tâ-Hâ 20/25).

Bu ayetler Allah’ın yaratmış olduğu alemde aslında her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve bunların da Yaratıcı ile dinamik bir ilişki içinde olduklarını göstermektedir. İnsanın bunu anlaması ve eylemlerinde de bu durumu göz önünde bulundurması önemlidir. İnsanın dini ve dünyayı doğru anlayabilmesi doğru tefakkuh edebilmesine ve en azından toplumda sürekli olarak tefakkuh edenlerin bulunmasına bağlıdır. Son ayet özellikle fıkhın ve fakihin durumu ile ilgili çok daha anlamlıdır. Hz. Musa’nın Allah’tan “dilindeki bağı çözmesini” istemesi; insanın hem şeyleri nasıl ise o şekilde anlatabilecek hem de bu yapıya uygun eylemin ne olduğunu anlatacak bir söylem bulmasına bağlıdır. Bu söylemi bulmak, insanın kendi çabasıyla başlasa da, sadece bununla doğru bir şekilde neticelenecek bir şey değildir. Peki fakih bu söylemi nasıl kazanacak? Fakih her şeyden önce, “O’nun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, akleden kalbi ve konuşan dili” haline gelmelidir. Bu insanın fakihin ilahi hikmete tam olarak âşina olması anlamına gelir. Diğer yandan, bu söylemi edinebilmesi tarihteki anlama-sistemleştirme örneklerine (mezhepler, felsefî, kelâmî ve ahlakî, irfânî- tasavvufî eserler ve ekoller)ve günümüzdeki bilimsel ve entelektüel çalışmaların temel  yapısını kavraması gerekir. Fıkhın ve fakihin aile ile ilgili yaşadığımız sorunlara çözüm getirebilmesi böyle bir donanıma sahip olmasına bağlıdır.

Farabi fıkıh bilginini “dinin kurucusunun açıkça belirtmiş olduğu inanç ve fiilleri doğru olarak kabul edip bunları hareket noktası olarak alacağını ve sonra da bunların gerektirdiği sonuçları çıkaracağını söyler. Farabi’nin bu durumda fıkıh ilmini, hakkında açıkça hüküm verilen şeylere bakarak ve bunlara benzeterek hakkında açıkça hüküm verilmeyen şeylerle ilgili sonuçlar çıkarmak olarak anladığını söyleyebiliriz. (Farabi, 1999:99). İbn Haldun ise naklî ve vaz’î bilimlerin konusunu genel olarak “şer’î şeyler” olarak tanımlamakta ve şer’î

şeyler, şer’î malzeme içinde ise “inançlarla ilgili unsurlar ve hükümler”le, “fiillerle ilgili unsurlar ve hükümler”i birbirinden ayırmaktadır. İnançlarla ilgili hususlar, kelamın, fiillerle, amellerle ilgili unsurlar veya hükümler ise iki ayrı ilmin konusunu oluşturmaktadır (İbn Haldun, 1982: I: 437-438). Ancak İbn Haldun burada özellikle konumuz açısından önemsenmesi gereken bir hususa dikkat çeker. Fiiller ve amellerin de, zahiri ve batınî olarak ikiye ayrılması gerekir ki bunlar da yukarıda dikkat çekildiği üzere iki ayrı disiplinin inceleme alanına girer. Zahiri fiiller ve ameller, İbn Haldun’a göre ibadetler, adetler ve muamelattan ibarettir. Batınî fiiler ve ameller ise daha çok, Müslümanların ibadetlerine ve davranışlarına yön veren kalbî imana ait duygular anlamına gelmektedir. İkinciler daha çok tasavvufun konusuna girmektedir. (İbn Haldun, 1958; 5-8).

Fıkıh kelimesi Kur’anı ve hadisi lafzen anlamak ve ondan hukukî-fıkhî hükümler çıkarmak için gerekli dilsel ve ilmî donanımlara sahip olmaktan daha fazla bir anlama sahiptir. İslam medeniyeti ve İslam kültürü uyumlu bir bütünden oluşmaktadır. Dolayısıyla fıkıh ilmi de böyle bir atmosferi oluşturan unsurlardan biridir; ancak bu atmosferi oluşturan diğer unsurlardan bağımsız olarak değerlendirilemez. Fakih ise böyle bir atmosfer  içinde  fetva veren İslami nasslardan hüküm istinbat eden kimsedir. Fakihler resmi olarak felsefe, kelam, toplum felsefesi, insanbilim gibi ilimlerle iştigal etmemiş olsa bile, İslam medeniyeti ve kültürünün oluşturduğu bir ortamda fetva verdikleri için dolaylı yoldan diğer ilimler gibi bu ilimlerin de etkilediği bir ortamda fetva veriyor ve fıkıh ilmiyle iştigal ediyorlardı (Şebüsterî, 1379: 44). Toplumsal, siyasi ve ekonomik meseleler, fakihin dünya görüşü ve ideolojisi,  insan, toplum, adalet, hak, siyaset, ekonomi, sanat, akıl, evren, ilim ahlak ve genel olarak medeniyet anlayışı onun istinbat etmesinde ve fetva vermesi üzerinde etkili olmuştur.  Kaldı  ki belli bir dönemden sonra ilmî disiplinler kendi aralarında sentez oluşturmuşlardı ve birçok alim aklî ilimler de dahil olmak üzere birçok ilmî disiplin alanında müktesebât sahibi idi. Elbette her fakihin kendine özgü bir tarzı, algısı anlayışı ve yorum biçimi de vardı. Dolayısıyla fakihlerin, çinde fetava verdikleri düşünsel ortamı, zihni arka planı, dayandıkları felsefî temeli ve bilinç düzeylerini anlamadan ortaya koymuş oldukları fetvayı anlamamız mümkün değildir.

Fakih vermiş olduğu bir hükmün, genel geçer bir hüküm olduğunu söylediğinde, bu hükme temel teşkil eden şeyin “sabit” değişmez bir şey olduğunu göstermek durumundadır. Başka bir ifade ile fakih bu hükmün “değişmez tekvini ve doğal” bir temele dayandığını göstermesi gerekir. Bu hükmü vermedeki amacın, birey ya da toplumla alakalı doğal düzeni korumak olduğunu göstermesi gerekir. Fakih bunu ortaya koyamadığında, bir hükmün tüm zamanlar ve mekanlar için genel geçer olduğu iddiası ilmî dayanaktan yoksun kalmış olacaktır (Şebüsterî, 1379: 48). Sabit olan hükümler, insan ve toplum hayatının evrensel olan yönlerine dayanmış olması gerekir. İnsanın dünyasına yabancı olan bir fakih, hangi hükmün ebedi-sabit olacağını hangi hükmün değişken olacağını;hangi hükmün aslî, hangi hükmün fer’î olacağını bilemez. Haliyle o, hükümlerin bütünün oluşturduğu düzenin ne olduğunu ve bunun hedefinin ne olduğunu ve bu düzenden nasıl istifade edileceğini de bilemeyecektir.

Geçmişte fakihler kendi zamanlarının cari ilim ve dünya görüşlerine uygun olarak insan konusunda bazı temel görüşlere sahiptiler ve buna uygun olarak da bir hükmün sabit ve ebedî olup olmadığına karar verdiler. O günkü anlayışlarına göre bu ebedî hükmün dayandığı  doğal

bir düzen vardır. Dolayısıyla vermiş oldukları fetva kendi içinde tutarlı idi. Günümüz fakihleri de, ne hüküm çıkarma konusunda insan hayatının dayanmış olduğu doğal düzeni tespit konusunda da geçmişin mukallidi olamazlar. Bugün artık insanın dünyasını, toplumsal gerçekliği tanımak için var olan ilimleri bilmeden bir insanın fıkhî hükümler çıkarması mümkün değildir. Fakih sadece, fıkıh metodolojiyi ve geçmişteki fakihlerin  sorunlara getirdiği çözümleri bilen kimse değildir. Fakih, Kur’anın anlam dünyasına Peygamberin sünnetinin anlam dünyasına nüfuz etmiş bir şekilde, geçmişteki birikimlerden faydalanarak ailedeki değişimleri anlamak suretiyle ailenin ve aile bireylerinin yaşadığı sorunlara çözümler teklif etmesi gerekir. Dolayısıyla Müslüman fakihlerin, uzmanlaştığı alana uygun olarak felsefe ve kelam yanında sosyoloji ve psikoloji, biyoloji matematik vs gibi ilim dallarıyla  ilişki içinde ailenin yaşadığı sorunlara çözümler üretmesi beklenir.

Bugün fakihlerimiz insan bilimlerinden felsefî bilimlere karşı tavır alırsa, bir hukuk felsefemiz ve ahlak felsefemizin ve siyaset felsefemizin iktisat felsefemizin olması mümkün olmayacaktır. Bu alanda insanı tatmin eden ve savunulabilir teoriler geliştirmeden evrensel ve ebedî değerlerden bahsetmek ve uluslararası mahfillere ulaşmak mümkün müdür?

Fıkıh, geleneğin korunmasında çok önemli bir rol icra etmektedir. Bunu kabul ediyorum ancak İslam fıkhının kendini aşan birtakım temel ilkelere dayandığını görmezden gelmek, bizim vücudumuzda dolaşan kanın kalbimizden geldiğini ve kanın burada temizlendiğinin farkında olmamak gibidir. Geçmişteki usülcülermiz buna aşina idi. Önemli olan bugün bu ilkeleri tekrar ortaya koymak ve fıkhın düşünsel irfani temellerine aşina olmak gerekmekte bu şekilde, evlenmenin insanın yeryüzündeki duruşunda nereye denk geldiğinin, ailenin hikmetinin farkında olarak aile konusunda ortaya çıkan sorunlara çözümler getirmek gerektiğine düşünüyorum. Kadının ve erkeğin mirasta vb durumlardaki konumlarına dair bazı sosyolojik açıklamalar getirilmeye çalışılsa da bunların derinlikli hikmete dayalı açıklamalar olduğunu söylemek zordur.

Ailenin Hikmeti

Hikmet İslam düşüncesinin ve özellikle de entelektüel geleneğin merkezî kavramlarından birisidir. İbn Sina hikmeti “insanî gücün yettiği nispette nazarî ve amelî hakikatlerin tasavvur ve tasdik edilmesi sureti ile nefsin kemale ermesi” olarak tanımlar. İbn Sinâ hikmeti, teorik ve pratik hikmet olarak ikiye ayırdıktan sonra bilmemiz gereken, hikmet türünü nazarî, bilmemiz ve uygulamamız gereken hikmet türünü de amelî hikmet olarak tanımlar (İbn Sina, 1934: 16; İbn Sina 1908: 1-3).

Kınalızade Ali Çelebi’nin tanımı daha açık ve anlaşılır bir tanımdır:

“Hikmet, mevcudât-ı hariciyye nefsü’l-emrde ne halde ise o hal üzerine bilmektir.” Şeyleri olduğu hal üzere bilmek, yetmemektedir. Aynı zamanda eşyanın hakikatine uygun bir  davranış da geliştirilmesi beklenmektedir. İşte amelî hikmet dediğimiz bu alan ahlakı, siyaseti

ve aile yönetimini de içermektedir (Kınalızade, 2007: 48). Biz sadece düşünce de değil eylem de de hikmetli olmamız gerekmektedir. Nazari ve ameli hikmet aileye olan yaklaşımımız için d temel teşkil edecektir.

Nasırüddin Tûsî hem nazari hikmeti, hem de amelî pratik hikmeti üç kısma ayırır. Teorik hikmet ilk felsefe (ilahiyat da buna dahildir), matematik ve tabiat bilimlerinden oluşur. Amelî, pratik hikmet ise ahlakın olgunlaştırılması, ev yönetimi ve şehir yönetiminden oluşur (Tusi, 2005: 30).

İbn sina da amelî hikmeti, medenî, menzilî ve hulkî olmak üzere üçe ayırır. Bu tanımla gerçekleştirilen sınıflama türleri aslında hikmetin ahlâkî bir boyutunun da olduğunu ortaya koymaktadır. Medeni ya da sosyal hikmet bir toplum felsefesi olarak ortaya çıkar. İbn Sinâ sosyal hikmeti bedenin ve insan türünün bekâsı için insanlar arasındaki ortaklık olarak görür. Bu açıdan hikmet, insanların müştereken hayatta kalmalarını sağlayan bilgileri ihtiva eder. O halde toplum bilgisi ve toplumun kendi bünyesinde oluşturduğu medeniyet çizgisini  belirleyen hareketlerin tümü, hikmet bilgisinden kaynaklanır (İbn Sina, 1934: 1-3). Menzili hikmette ise insanların aile olarak yaşamasının nedenleri ortaya konulur.

Sadreddinzâde Mehmet Emin Şirvâni ahlakın bir parçası olarak gördüğü “ev yönetimi ilmi”nden(ilm-i tedbîri’l-menzil) söz eder. Buna göre ev, ailenin yaşadığı evin taşlar ve ağaçlardan oluşan yapının adı olmadığını “ister yerleşik, ister göçebe şeklinde olsun eşler  anne baba ve çocuklar, ev sahibi ve hizmetçi, sahip olunan ve ona sahip olan arasındaki özel birliktelik (teellüf) olduğunu söyler. İnsanların beslenme ve çoğalma gibi ihtiyaçlarının ancak aile birliğinin oluşturduğu ev ortamında sürdürülebileceğini söyleyen Şirvanî, aileyi oluşturan baba, anne, çocuklar ve yardımcıların ailenin tesisinde ve devamındaki rolleri üzerinde durur ve şöyle der:

“İlahi hikmet ev yönetimi ve neslin devamının kadın ve erkeği nikah yoluyla düzen altına almayı gerektirmiştir.” (Alper 2015: 363).

Nasırüddin Tusi ise bu anlamda ev (menzil) kelimesiyle şehir (medîne) kelimesini karşılaştırır ve ev gibi şehrin de salt bir mekan olmaktan öte hususi amaçlar için bir araya gelmiş olan bir topluluğun ve bunlar arasındaki ilişkilerin kastedildiğini söyler. Nasıruddin Tusi erdemlerin ortaya çıkıp gelişmesinin ancak topluluk içinde olacağını ve topluluğun en küçük biriminin de aile (menzil) olduğunu söyler. Dolayısıyla her insan bir evin uzvu, her ev bir mahallenin uzvu, her mahalle bir şehrin, her şehir bir ülkenin, her ülke de bir dünyanın uzvudur. İnsan bu anlamda gerçek anlamda bir ailenin uzvu olmuş olur; diğer aidiyetler ancak aile dolayısıyla var olan aidiyetlerdir. Dünyanın gerçekliği Tusi’ye göre bir sistem oluşturmaktadır; bir kimse bu sistemden çıkıp tek başına yaşama hayaline kapılırsa bu bakımdan erdemlerden uzaklaşmış olur ve yalnızlık illetine düçar olur. Tusi, aileden, toplumdan uzak bir hayat yaşayan insanlar, başkalarından aldıkları ile yaşarlar ve insanlara hiçbir şey vermezler. İnsanlığın gelişimi için gerekli olan şeylerden kaçındıkları için erdemsizliklere düşüp dünyayı terk etme yolunu seçtikleri için, tabiatlarında potansiyel olarak var olan kabiliyetlerini faydalı yollarda sarf etmezler (Tusi, 2005: 233-239).

Nasırüdün Tusi, ailenin oluşumunun ilk adımı olan evlenmenin ilahi Hikmet’in yaratmış olduğu tabiata bağlar. Başka bir deyişle evlenmek, yuva kurmak Allah tarafından insanın doğasına konulmuş bir şeydir. Bu hem insan soyunun devamı hem de insanın beslenmesi için gerekli olan bir şeydir. Ev kurma sanatı, tüm insanların faydasına olan, geçimlerini ve yaşamlarını kolaylaştıran, maneviyatlarının gelişimini hızlandıran bir ilimdir. Nasırüdin Tusi ailede kişiler arasında dengenin sağlanmasını, bedendeki uzuvlar arasında dengenin sağlanmasına benzetir ve ailede sorumluluğu üstlenen kişi adeta bir hekim hassasiyetiyle ailedeki kişiler arasında dengenin korunmasına önem vermelidir. (Tusi, 2005: 205)

Şirvani’ye göre çok olan her şeyin düzen verici bir birliğe ihtiyacı olduğu gibi ailenin düzeni için bir birliğe ihtiyacı olduğunu ve yönetilmesi gereken bir birim olduğunu söyler. Evde bir düzen olması ve hane halkı arasında sevgi bağını da gerektiren bir yönetim sanatının uygulanması gerekir. Bu yönetim işini yürütmeye en yaraşır olan ise babadır. Evdeki her bir birey babanın yönetiminde kendi yetkinliğine ulaşır ve düzensizlik ortadan kalkar. Şirvanî’ye göre tüm insanların böyle bir birlikteliğe ihtiyaç duyması sebebiyle herkesin ev  yönetimi ilmini öğrenmesi gerekir.  (Alper 2015: 364).

Bunu bugünün diline çevirdiğimizde, artık, evin, yuva kurmanın, çocuk yetiştirmenin hikmetini bilmemiz gerekmektedir. Kur’an’ın öngördüğü insan anlayışını ve eşlerin birbirleri için elbise olmasının anlamını ve Peygamber’in örnek aile yaşantısını bilmeyen, insanın psikolojik yapısını toplumsallaşmanın önemini bilmeyen bir kimsenin iyi bir tedbir-i menzil yapacağını söylemek zordur. Ailenin üyelerine verilecek toplumsal bir bilinç yanında, kul olarak Allah’ın huzuruna yalnız çıkacakları, dolayısıyla verecekleri her kararı başkalarına danışsa bile kendi özgür iradeleriyle almaları gerektiği hususu özellikle vurgulanmalıdır. Bu bir yandan genişletildiğinde tüm insanlığı da içine alacak bir ümmetin mensubu ve daha yakınındaki toplumsal yapılara ve siyasi birimlere aidiyet bilincini, diğer yandan da ahirette hesaba çekileceği ve hesap vermesinin iradeli bir birey olmasını gerekli kıldığı bilincidir.

Neticede filozofların, mutasavvıfların derin bir vukufiyetle izah ettikleri gibi, Allah’ın dışındaki tüm varlıklar muhtaç olmakla (fakr) malüldür ve fakr insanın  ayrılmaz  bir özelliğidir. Peygamberimizin hadisinde geçen el-fakrü fahrî (fakirlik benim övüncümdür)bu anlamdadır. Doğasında fakr olan insan hayatını düzenli bir şekilde sürdürebilmek için diğer insanlara ve onlarla işbirliği yapmaya mecburdur. Başak bir deyişle herkes birbirini mecburdur. Medeniyetin kültürün oluşturucusu bu birliktelikler ve işbirlikleridir.  Aile kelimesi İyale kökünden gelir ve ihtiyacı olanlara yardım ve destek sağlamayı hedefler. Fakr içinde olanlar ancak birbirine destek olmak suretiyle, ayakta durabilirler ve sağlıklı toplumlar oluşturabilirler. Bu biryandan insanın, acizliğini diğer taraftan da işbirliğinin önemini ve ima eder. Bu birlikteliğin temel iki unsuru olan eşler birbirlerini tamamlayan unsurlardır. (Erul, 2010: 33 )

Son Söz

Aile sürekli olarak kadın bağlamında tartışılmaktan vazgeçilmelidir. Ailedeki dönüşümü, değişimi tek başına kadının gerçekleştirmiş olması mümkün değildir. Aile tarih boyunca sürekli değişim ve dönüşüm içindedir.    Ancak aile birliği sürekli olarak var olan evrensel bir

kurumdur. Aile dönüşüm ve değişim içinde olmasına rağmen, bu tek başına toplumdaki diğer alanlardaki değişimlerden dönüşümlerden yalıtılmış olarak kendi içinde gerçekleşen bir şey değildir. Aile ile ilgili yaşanılan sorunlar, diğer alanlarda yaşanılan sorunların değişimlerin dönüşümlerin aile alanına yansımasından başka bir şey değildir. Çocukların modern okullarda okuduğu ve her birinin modern meslek sahibi olduğu bir dönemde, geleneksel aile kalıplarının devam edeceğini düşünmek çok tutarlı bir beklenti görülmüyor. Aile değişiyor, değişecek; önemli olan bu değişim içinde evrensel olan değerlerin yaşayabileceği ortamı yeniden tesis edebilmek. Ailedeki dönüşümü anlayabilmek ve yaşanan sorunlara çözüm getirebilmek, başka alanlardaki değişime yönelmemizi ve bu alanlardaki değişimi ve dönüşümü de anlamamızı gerekli kılmaktadır.

Ailenin varlık sebebinin doğru anlaşılması ailenin hikmetinin bilinmesine bağlıdır. Aile insan yetiştirmek için, türün bir üyesini evreni imar edecek adaleti tesisi edecek ve erdemleri tesis edecek bir varlık haline getirmek için vardır. Aile kendisi için var olan bir yapı değil, insanın olgunlaşması için var olan bir yapıdır. Dolayısıyla nasıl bir aile sorusuna cevap vermeden önce nasıl bir insan sorusuna cevap vermemiz gerekmektedir. İnsan olmanın ne anlama geldiği sarih biçimde ortaya konduğunda, ailenin varlığının hikmeti de de ortaya çıkacaktır.

Aile her zaman ortaya çıktığı toplumun durumunu yansıtır. Bu yüzden İslami dünya görüşüne, İslam’ın insan anlayışına kadına ve erkeğe bakışına aşina olmadan ailenin konumunu ve varlık sebebini anlamının zor olduğunu söylemek gerekir.

Kaynakça

Alper Ömer Mahir,(2016) Osmanlı Felsefesi (Seçme Metinler), İstanbul: Klasik Yayınları. Asad,  Talal                        (2016)  Sekülerliğin  Biçimleri  çev.  Ferit  Burak  Aydar,  İstanbul:  Metis

Yayınları.

Beşer, Faruk (2006) “Bir Bilgi Türü Olarak Fıkıh ve Diğer Disiplinlerle İlişkisi”, Usûl, 5 (2006/1), 33 – 62.

Dikeçligil,Beylü (2012), “Aileye Dair Kabüllerin Ezber Bozumu” Muhafazakar Düşünce , Yıl 8, S. 31 Ocak-Şubat 2012, s. 21-52.

Erul, Bünyamin (2010) “Hz. Peygamberin Öğretilerinde Aile”, Küreselleşen  Dünyada Aile: 2009 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Tebliğleri ve Müzakereleri , Ankara : TDV yayınları. s.31-39.

Farabi, (1999) , İlimlerin Sayımı , çev. Ahmet Arslan, Ankara : Vadi yayınları.

YORUM EKLE