HAN DUVARLARI
Arabacı seslendi ‘’Hadi bakalım arkadaşlar gidelim ekip tamam’
Bir kış sabahıydı. Birinci yarıyıl sonunda ki onbeş günlük tatil sona ermiş ve okula dönüş başlamıştı.Babam Orman Muhafaza memuru idi ve Akçakışla köyünde görev yapıyordu. Bu yüzden ara tatilimizi burada geçirmiştik. Akdağmadeni’ne gidebilmek için araba bulmak mümkün değildi. Kar sebebiyle zaman zaman gelen Orman İşletmesi nin jipi de gelmez olmuştu. Bulabildiğimiz tek seçenek; Akçakışla dan Hasbek nahiyesine kadar bir at arabası ile giderek, oradan Sivas’a giden bir kamyonla Akdağ’a ulaşamak tı. Sabah gün ağarmadan evden çıktık. Hafif bir sis köyün üzerine çökmüştü. Postanenin önüne geldiğimizde bir at arabasının hazır beklediğini gördük. Arabacının komutuyla arabaya yerleştik. At arabasında; ben, ablam, ağabeyim ve Akçakışla dan iki kişi ile at arabasının sahibi vardı. İki atın çektiği arabada toplam altı kişiydik.
Dışarıda keskin bir ayaz vardı. Herkes sıkı sıkı giyinmiş, oturdukları yerde açık kalan yerlerini kapatmak için sağa-sola hafifçe yatarak örtünmelerini tamamlamaya çalışıyordu. Gökyüzü karanlıktan kurtulamaması a rağmen, Ay ışığının da etkisiyle bütün yeryüzü beyaz bir yorganın altına girmişti adeta. Ağaçlar bile bembeyaz olmuştu.En ince dalları dahi buz tutan ağaçlar, araziye işlenmiş bir dantel motifi gibiydi. Ortalıkta ne tek bir canlı vardı, nede bir canlının sesi. Arabada da son konuşmayı da arabacı yapmıştı. ‘’DEH’’ diyerek atlara verdiği komutla arabayı hareket ettirdikten sonra, onunda sesi duyulmaz olmuştu. Arada bir tık diye bir ses geliyordu.O ses de; Arabacının atları hareketlendirmek için, atın sırtındaki koşu takımının meşin bölmesine vurduğu kırbaç sesiydi.
Arabanın arka kısmına biz otumuştuk. Üç kardeş soğüktan korunmak için birbirine sokulmuştuk. Diğer iki kişi de; arabacının yanına oturmuşlardı. Başları önlerine düşmüş, kimbilir hangi düşüncelerle içerisinde kaybolmuşlardı.
Arabanın gidiş yönüne göre ters oturmuştum.Hareket ettiğimiz andan itibaren Akçakışla köyü küçülüyor, sisler arasında hafif hafif görüntüsü netliğini kaybediyordu. Bu bembeyaz örtüde gözlerimi ayıramadığım tekerlek izleri yol aldıkça uzuyor, uzaklaştıkça iki iz birbirine yaklaşarak birleşiyordu. İçimde tatlı ve doyumsuz bir mutluluk vardı.Buz gibi hava hiç umrumda değildi. Tatlı hayallerimin içinde kendimden geçmiş bir vaziyette idim. Şiiri sevmeme vesile olan, ve en sevdiğim şiirlerin başında gelen Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘’HAN DUVARLARI’’ şiiri dudaklarımın arasına sıkışmış,durmadan bu mısraları tekrarlıyordum.
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Sanki bizim yolculuğumuz için yazılmıştı bu şiir. Bu duygular içerisinde, böyle bir yolculuktan inanılmaz bir haz duyuyordum. Ara sıra arabanın sarsıntısıyla kendimiz gelip sağımızı solumuzu kontrol ettikten sonra hayal alemimiz de ki mutlu hayatımıza geri dönüyorduk.
Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Yol üzerindeki birbirine yakın olan iki köye yaklaşmıştık. Uzun boylu söğüt ağaçları, derenin kenarına sıralanmış ve köylerle bieleşerek bir küme oluşturmuşlardı. Buz tutan dalların sisler arasındaki görüntüsü tek kelime ile muhteşemdi. Bizleri hayal dünyamızdan koparan bu muhteşem güzelliği seyrederek köylerden uzaklaşınca tekrar hayal dünyamıza dönüp içimizi ısıtan Han Duvarları nı, dudaklarımın arasına alıp tadını ruhuma göndermeye başlamıştım.
"
dizelerini aramış ve bulamamıştı. Ne de başka şairlerden birkaç mısraya rastlamamıştım. Burası da bir konaklama yeri ise, bir han ise buranın da duvarlarında bir şeyler olmalıydı. Hatta bende birşeyler yazabilmeliydim. Canım sıkılmıştı.
Bir süre sonra bir gürültü duyuldu. Bizi götürecek kamyon gelmişti ve kapının önünde çalışır vaziyette duruyordu. kasasını bir çadırla kapatmışlardı. Şoför; ‘’ Sivas tarafına gidecek yolcular arabaya binsinler. Evden aldığımız ufak tefek malzemeler alarak kamyonun kasasına yerleştik. Adeta bir kutunun içinde, hiçbirşey görmeden gideceğimiz yolculuğumuz ,kamyonun kuvvetli bir homurtu ile hareket etmesiyle başlamıştı. Stablize yolda kamyon sık sık kasislere düşüyor. keskin dönüşler yaparak ilerliyordu. Bizler de kamyonun kasasında kah sağ sola savruluyor, kah zıplayarak oturduğumuz yerden havaya sıçrıyorduk. Akdağmadeni ne gelmiştik Sivas yolu üzerindeki benzin istasyonunda kamyondan inerek evimize doğru yürümeye başladık. yediğimiz ayazdan her tarafımız kas-katı olmuştu. Bu durumda yürüyecek yolumuzda az sayılmazdı.
İçeriye girer girmez hemen odun sobamıza odunları doldurduk. Doldurduk ama yakabilmek mümkün değil. Parmaklarımızı kapatıpta kibriti tutamıyorduk ki yakalım . sonunda ablam, parmaklarını ağzından çıkan buharda ısıtarak güç bela ateşi yakmıştı. Isındıkça üzerimizdekileri yavaş yavaş çıkarmaya başladık. bir zaman sonra tatlı bir rehavet üzerimize çökmüştü. Üçümüzde sobanın etrafında tatlı bir uykuya daldık. Uyandığımda ; dilimden hala,
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
mısraları dökülüyordu.
Okurken zevk aldım,zamanın hayatımıza neler kattığını yolculuk için çekilen zorluklar hissettiriyor